23 Mart 2012 Cuma

İlkokul Anıları 2

ilkokul deyince aklıma hep;
*daracık sıralarda 3 kişi oturma,
*bu kadacık sıralarda 3 kişi oturmanın benim solaklıga olan feci yansıması,
*beslenme saatlerinde sınafa dolan haslanmış yumurta- mandalina' nın birbirine karışık kokusu
ve benim sümüklü kuzenim.
ha kuzen gerçekten sümüklüydü.
bu akşam ki yazınım, kuzenle ilgili. yani başrolünde kuzen var.haydi başlayalım,
...
sene 80'lerin sonları ve benim şu an yaşım ortaya çıktı. evet. bu gizlilik konusunda hep cömert oldum ki bu da benim salaklığım işte.herneyse bugün benim "kişisel salaklıklarımı" anlatma günüm degil, bu kuzenimin hikayesi...
kuzenlere biz aynı okula giderdik ve sanki başka sınıf yokmuş gibi aynı sınıflardaydık. ben domdili baykuş hasan olduğum için annemler 6 yaşına girmeden okula gönderdiler ki acaip usluydum, bunun nedeni de özümde uslu olmam degil diger veledlerden "1 level" geri olmamdandı. e yani, hır çıkarsam arkamı toplayan yok, e o zaman artistliğinde luzümü yok:))
kuzen babasının ilk ve tek ogluydu ki, benim amca da maçoydu biraz. her akşam rutin dinlerdik amcamdan,
- oglum, "eşşekoglueşşek" de hadi.
veled tek bir agızda söyler.
- oglum, itoğluitttttt" de hadi.
veled yine tek bir agızda söyler. başta amcam olmak üzere ev ahalisinin hepsi gülmekten krize girer. kuzende sparta fatihi gibi kabarırdı.
günlerden bir gün, okumayı sökmeye çalıştıgımız zor zamanlardı, hoca bizi okumaya çağırdı. ben her zamanki gibi okuyamadım ( okumayı nasıl söktüğüm ayrı bir hikaye konusu) ezile büzüle sırama geçtim. sıra buna geldi.
 hoca: oku oglum.
-: ...
hoca : oglum okusana!!
-: ....
hoca: oku!!!!!
-: okumayacam "eşekeoglueşşek!!
hoca: ne dedin sen?
-: eşşekoglueşşek dedim( ama adam gayet cool, kaytan kaytan da sırıtıyor)
hoca küplere bindi. kadın haklı olarak istemedi kuzeni ve herşeyin bir bedeli oldugunu kuzen çok küçük yaşlarda "sınıfta kalarak" anladı.
ben ise "küfür eden birine kesinlikte gülünmemesi" gerektiğini anladım.
tabi bu olayın esas sonucu kuzen yan sınıfa sürgüne gitti. artık orta asya' nın steplerindeki bir yaylak gibi özgürdüm. bilemediğim sorular ve yediğim fırcalar "yemek sofrasının tuzu biberi" olmuyordu.

ünlü düşünür Cedric der ki, "6 yaşındaysanız ve salaksanız hayat zordur.":)


22 Mart 2012 Perşembe

İmajına Kurban Olayım!!!

Üniversite' de bazı bölümleri okuduğunda ya da okumaya başladığında insanlar aslında işsiz kalacağını bilir. Ama içimizdeki romantizm ağır basar okuruz. Bitince Çöpcü bile olamazsınız bazen. e, olamıyorsunuz aslına bakarsak "çöpcü devletin malı" degil artık.. onlarda özel sektörün kölesi pardon çalışanı:))
herneyse benim anlatacağım o degil şimdi. Her yeni mezun gibi benim de içimde sevgi pıtırcıkları  vardı! illa ki iş bulurum diye attığım naraların da bir sonu vardı elbet, bir zaman sonra bitti.
Durumu kabullenen çulsuz ben -ayrıca ipsiz sapsız ben- beleş kurs arama motoru gibi gezindim bir dönem ki, işte aşağıda anlatacağım aketdotta bunu anlatıyor,

uzun süren araştırmalarım sonucu en masrafsız ve en beleş kurs olarak "resim kursu"nu buldum. yeteneğim var mıydı? bilmiyorum aslında! bugün bile bu soruya verecek cevaba zemin hazırlayacak cesareti bulamıyorum kendimde de. yüksek olasılıkla yoktu. ama evde oturmak da olmazdı. "güç sende darkoceans" dedim, sol ayakla( solağım ondan, ikonagrafyası yok) kursa girdim. girerken çantamda az kullanılmış  vasıfsız bir kalem- vasiıfsız özelliği benden ileri gelmekte- ve göz farı vardı. far makyajım akarsa diye.
tüm gece boyunca bu anın hayalini kurmuştum. "kimbilir ne entellektüel tipler vardı" bu cümleyi en az milyon kere kurmuştum. 2. bestseller cümlem ise "ya ben onların yanında sıg kalırsam" idi. bunun için dua da etmiş hatta bir iki bilgi tazelemesi yapmıştım.
her neyse girdim içeri, kocaman bir salon..."vay kalabalık olacaz" dedim bıyık altından. sonra elemanlar bir iki düştü. salon tam dolmadı ama salt çogunlugu sagladık.ben" olay yeri inceleme" gi bi inceliyorum.
bir karikatür çizen vardı, kızcagız sanırım çizdiklerinden esinlenerek makyajında da aynı tonları kullanıp "wilma çakmaktaş"ı çagımızda temsile girişmişti.
sonra kafamı hafif sola çevirdim, yüzünden doğulu olan mahsun'la küçük emrahın sentezi elemanı gördüm. boynuna haziran sıcagında ressam şalı atmış arkadaşın saatte 1500km hızla giden bir egosu vardı..."vay anasını" nidalarım ayaklarına bakmakla son buldu. eleman üstüm bebek altım şişhane ekoüyle parmakarası terliklerini ayağına çekmiş ki, bu nokta da sesli güldüm ama millet bana bakmadı. hocayı dinledi.
hoca naim süleymanoglu ekolunun en servi boylu temsilcisi olarak karşımdaydı, selam  manasında kafa salladım.
sohbete giriştik. ben anlattım şu mezunuyum, şunları yaptım falan. sıra karikatürist!e geldi,

"ben çok fazla konuşmak istemiyorum, fikirlerimi çalarlar sonra. gün boyunca karikatür çiziyorum. "leman" dergisine gönder dediler. buraya da kendimi geliştirmeye geldim."

mahsun görünümlü emrah bakışlıya geldi sıra,
- ben hiç karakalem yapamıyorum. o nokta da kendimi geliştirmeye geldim.
hoca bu nokta da araya girdi.
* nasıl yani?
-çizemiyorum.
*resimleri nasıl yapıyorsun?
- kopya ediyorum.
hocanın surat ifadesi muhteşemdi, zamanında attan düşen bir türk büyüğü! gibi bakakaldı ama yılmadı.
*hangi uslubta /akımda eser veriyorsun.
- yaglı boya.
burda ben krize girdim,güldüm güldüm güldüm. hocanın dikkatini çekti artık o da güldü.sonra
*yani, realist, ekspesyonist, sürrealist..vd hangisi.
- kafama göre yapıyorum ben. onlar ne?
hoca bu cevaptan sonra soru sormayı bıraktı elemana...

zaman geçti, mevsimler değişti ve biz bu elemanların eserlerini hiç göremedik..."ne kadınlar sevdim zaten yoktular..." gibi bir şeydi bu. ama imajları hep baki kaldı. ne zaman bu olayı hatırlasam "bir işe yeteneği olmadığı halde bunu anlamayıp/ göremeyip imajına sıgınan insanlar gelir aklıma...
geçen tv' de izledim. 53 yaşında şalvarlı bir teyzemiz resim yapıyordu...şalvarla resim yapıyordu ve yaptıkları da gayet güzeldi..hayatın içinden, kendi hayatını resmetmiş..ve evet, şalvarla. kişisel sergilerini de şalvarla açmış..ve o bir ressam. önemli olan tek şey de  onun "eserleri"...
ama biz türkler hep bir imaja takılır kalırız. ve sanırım bu yüzden başarısızız...
Üstad "beni bu güzel havalar mahvetti." demiş ya,
bizi de "bu imaj merakı mahvetti."



16 Mart 2012 Cuma

Kitabe-ı Seng-i Kaldırım

Hiçbir şeyden çekmedi şu hayatta
 "matematik" ten çektiği kadar,
Solak olduğundan bile müteessir degildi...
Aşık olmadığında anmazdı ama Allah' ın adını
Günahkar da sayılmazdı,
Yazık oldu Ab-u Karanlığa

....

Mesele falan degildi öyle,
olmamaktı onun için.
bir soruydu, hepsi.
ama yapamıyordu işte.
denedi, çözdü, olmadı.
en baştan ugraşmasaydım keşke dedi.
bilseydi ugraşmazdı elbette.

....

Kitabı sandığa koydu.
Kalemi çöpe attı.
Öyle bir vazgeçişti ki bu,
Bir daha ne bir soru çözdü,
Ne matematiğe baktı.
Bir soru bile kalmadı yadigar.
yalnız bir blog da şu yazı kaldı,
ondan geriye time new romanla yazılı;

"Allah bana "Matematiksel" zeka verse, astronot olurdum"


Orhan Veli amca iyiki varmışsın be:)

15 Mart 2012 Perşembe

Issız Ada

öncelikle yazıma "Adalardan  bir yar gelir, bizlere" dizesiyle başlamak istiyorum. ha bunun yazıyla bir ilgisi var mı diye soran okur "elbette bunun yazıyla bir ilgisi yok." amaç hoşluk olsun diye degil aklıma geldiği için yazdım.
şimdi başlayalım.
ıssız ada fantezisi kurmak için öncelikle zihninizde bir ıssız ada imajı çizmek gerekir ki, biz hep genel de Amerikan filmlerinden bize dayatılan imajı kullanırız.
"palmiye ağaçları, bakir topraklar, mango vb. tropik meyveler, şelaleler..." bu liste uzar gider ama bitmez. Oysa Gerçek dünya da ıssız adalar böyle olmaz, nasıl mı olur? bakın yani okuyun şimdi,

iklime baglı olarak değişir ıssız ada. mesela bizim "kardak kayalıkları" da ıssız ada, hatta bayrak bile diktik yunanlılardan önce. Misal böyle bir yere düştünüz. her yer kaya, allahın bir agacı bile yok gölgesinde mevsimler boyu oturacağınız..yok yani. şimdi size "yokluk psikolojisi" yapmayacağım ama ıssız ada gerçeğindeki ilk basamak bu.  Devam edelim, yazın güneşin sıcağından erirsiniz, kışın donarsınız dev dalgalar üzerinize gelir, banyo yapamazsınız, aç kalmazsınız "şuşi" yersiniz ama zannımca en büyük sorun tuvalet olur ama ada da tek olduğunuz için b.kunuzun içinde oturabilirsiniz yani.
iyi yanı yama yapmayı ögrenirsiniz diyecektim ama ögrenemezsiniz igne iplik yok. bu durumda incir yaprağı candır.
kısaca adayı bu şekilde tanımladım ben ama daha da farklı olabilir alcatraz gibi de olabilir, olası da kayalık bir de hapishane var o nedenle tuvalet sorun olur, ayıp denen bir şey var yani...

gelelim adaya gidecek 3 şeye. öncelikli "niçin zorunlu" ve "neden 3 şey?" sorularını irdelemek istiyorum. şimdi misal düşmek üzere olan bir uçagın içindesiniz, "uçak düşüyor" anonsu veririyor paso, ve sizin gözler radar gibi etrafı süzüyor "ne alsam acaba", hemen  notebook' a sarılıyorsunuz, sonra düşünüyorsünüz ki, elektrik icat edilene kadar asırlar geçer, velev ki icat edilse internet yok o nedenle note book çöpte. cep telefonu alınabilir, şarjı bitinceye kadar sinyal verir, sizi bulurlar. bunun dışında da pek bir şeyin gereği yok bence, incir yaprağı dışında.
ama yurdun insanı en sevdiği kitaptan başlıyor genel de ki, hata tam burada başlıyor.
ıssız ada hikayelerinde romantik davranmamak lazım, izleyin cast away' i bakalım elin herifi neler neler yapıyor, resmen medeniyet icat ediyor herif, aferin.sizi "zorunda olmadığınıza" ikna ettikten sonra sıra geldi 3 rakamına...
bunu bende bilmiyorum, düşündüm neden 3 diye bulamadım açıkcası. hala da düşünüyorum bu "3" olayını bu olayın içine kim kattı diye. tek sayı ama zannımca bu işin içinde islamcılar var. ha oraya gelmişken islamcılık bir meslek degil biz türklerin sakallı görünce aklıına gelen niteleme sıfatı..
ıssız ada'ya dönecek olursak, bırakın bu işleri bi soguk su, bi bardak sıcak çay bile içemezsiniz. dünyevi hırsların, zevklerin, menfaatlerin hiç birini göremezsiniz, kısacası dünyayı tanıyamazsınız, yarın hakkın divanına varınca hemcinsleriniz anlattığında agzınız "beş karış" açık dinlersiniz. bırakın bu işleri.
canınız sıkılıyorsa gibin Monte Cristo Kontu' nu okuyun.
ve ıssız ada' ya sevgilinizi götürmeyin, tuvalet sıkıntı:))

11 Mart 2012 Pazar

Serbest atış...

Uzun zamandır yazmak isteyip de yazamadığım bir hikaye var. Onu yazacağım bu akşam. neden bu akşam bilmiyorum. sadece yazmak istedim bilmiyorum.
yine senesini hatırlamadığım, ya da hatırlamak istemediğim zamanlardı. Zaten hep öyledir. Anı kötüyse zamanını hatırlamak istemezsin, hatta anının kendini de unutursun.
hayat çogu zaman farkındalıklar zincirinin görünmeyen yanıdır ve her şeyde olduğu gibi ilişkilerde de yaşarken bazen birşeyleri göremezsin, hele de kendini kaptırdıysan, saplanıp kaldıysan ki, bende hayatımın bir döneminde saplanıp kalmıştım birine. Ve hatırlatmak da fayda var bir kadın her zaman aşktan dolayı saplanıp kalmaz, mantık silsilenden dolayı saplanır, kalır bazen ki kalmamak lazımmış geç anlıyor insan da gençlik de oluyo öyle...olmayacak şeylerden medet umuyor insan bazen,
boş bir bardağı dolu görüyor,
bile bile yanılıyor ve yanılgısını kabul etmiyor ve yanılgısını söyleyenleri dost biliyor..
Körü körüne kapılıp gidiyor,
aşk sanıyor, böyle olur sanıyor, olacak sanıyor...
ama olmuyor, olmayınca da saldıracak kişi alıyor. kendine toz kondurmuyor "a şahsı yüzünden, b şahsı yüzünden, c araya girmese olurdu" gibi cümlelerde kandırıyor kendini. aslında ne kalan ne giden kimsenin sucu yok, kısmet degil sadece o birliktelik, ya da yol oraya kadar sonrası yok...
"3 sene emek vermişti adama, koskoca 3 sene diye geçirdi aklından. "artık ciddi birşeyler olmalı, ben üzerime düşeni fazlasıyla yaptım, ne dediyse onu yaptım, ol dedi oldum, gel dedi geldim, git dedi gittim, tüm şımarıklıklarını çektim. kimseyle yapamadı döndü geldi bana hep ki ya olacak ya olacak" diye düşündü. çok zaman geçmişti ahmet' in her türlü kahrını çekmişti evet aşık degildi ona ama seviyordu. kaderi ahmetti bunu kanıksamıştı. arasıra düşünüyordu ama "ömür geçer mi?, pişman olur muyum ilerde acaba?" diye. onca yılda bu düşünclerden bir türlü kendini alamamıştı. hep aynı şeyleri düşünüyordu bir yandan da "kaderim o" deyip teskin ediyordu ve en kritik zamanlarda bile sırtını dönüp gitmemesinin sebebi buydu "kaderim"
 ilişkilerde sona yaklaştıkça taraflar durumunu belli eder...Ahmet' de ediyordu aslında. hissizleşen ve kısalan telefon konuşmaları, bitmeyen işler, uzun süreli dalgınlıklar... ama Elif anlamamak da diretiyordu. her tartışmanın son golunu elif atıyor ve yine yeni macı elif başlatıyordu. Ters giden birşeyler vardı ama ne bilemiyordu bir türlü ama düşünüyordu. Birgün yine tartıştılar, bu kez Elif alttan almadı "niye alsındı ki" ilişkiler müşterekse eğer, kaybetmemek adına bir hamle yapılacaksa niye o yapsındı ki.. 4 gün geçti Ahmet hiçbir şey yapmıyordu, yok gibi sanki hiç olmamış gibi.. bitemez diyordu Elif "kaderim o, bitemez"... 5. günün akşamında aradı. telefon soguk bir sesle açıldı ve Elif;
- hala kurtarabiliriz.
* kurtaracak birşey yok. artık mutluyum.

Uzun süre bir adamla beraberseniz, kelimelerini anlarsınız. çok konuşmasına gerek yoktur bilirsiniz. Elif de anladı. Hikayesi bitmişti demek ki "kısmet degilmiş, kaderim de degilmiş, ben yanılmışım" dedi ve yürüdü. yürürken kimseye çirkef atmadı, kimseyi kimseden ayırmaya,gurursuzca onursuzca aşagılıkça davranmadı, saçma sapan kalitesine yakışmayan kendini küçük düşürecek şeyler yapmadı, kimsenin mutluluguna engel olmaya çalışmadı sadece içinde kendi akisini bulabileceği bir yolu düşünerek yürüdü gitti. yürürken aklından tek geçen ise "bir daha sevdiğimden daha çok sevileceğim bir kalbe gireceğim, giremediğimi anlarsam yine gideceğim"

hakettiğimiz değeri görerek mutlu yaşayabileceğimiz güzel bir hayat diliyorum...
iyi pazarlar..


8 Mart 2012 Perşembe

Soraya' yı Taşlamak

Dün "8 Mart Dünya Kadınlar Günü"ydü.
bir kaç bireysel gösteri dışında kadın için pek birşey yapılamadan gün bitti yine.
dün dayak yiyen o günde dayak yedi.
dün meta olarak görülen o günde aynı gözle görüldü. yani bu cümleleri uzatmaya gerek kalmadan herşey aynı sorunsuz şekilde devam ediyor. bizim küçük hayatlarımız hep aynı.
belki Soraya' nınki de aynıydı. Soraya bir filmin baş kahramanı olmaktan öte canlı bir kadındı bir zamanlar tabi.4 tane çocuk annesi, kocası 14 yaşındaki bir kızla evlenmeyi düşünen bir kadındı. ama sanırım en büyük şanssızlığı İran' ın bir köyünde yaşıyor olmasıydı.
Adam kadından boşanmak ister ama nafaka falan vermeden. zaten erkek çocukları yanına alacaktır ve kızlarda ne olursa olsundur.14 yaşındaki kızdan da babasını idamdan kurtaracağı vaadiyle evlilik sözü alır. düşünür anlık düşünceyle karısının yani Soraya' nın eşi yeni ölmüş bir adamın evinde çalışmasına karar verir. bu fikrini Köyün Mollasına söyler. Adam karşı çıkacak gibi olsa da sesini yükseltemez. çünkü geçmişte Sah rejiminde tutuklanan bir mollayı herkes ögrenirse Molla bunu canıyla ödeyeceğini bilir. Soraya dul adamın evinde çalışırken dedikodular Soraya' nın eşi tarafından yayılmaya başlar. en sonunda bu asılsız dedikodularla kadın taşlanarak öldürürür. Suçsuz bir kadın sadece boşanmada para vememek için saatlerce taşlanır, hatta ilk taşı büyük bir sevinçle kocası atar.Soraya ' nın cesedini gömmezler, gömemezler halası çok ısrar eder ama gömmezler. nehrin kıyısına bırakırlar öylece,
ertesi sabah herşey yolunda olarak uyanır halk, sanki dün öyle bir vahşet yaşanmamıştır.Arabası bozulan bir gazeteci- yazar o köyde arabasını yaptırmak için durmasa herşey farklı olurdu. o yazar bu kitabı yazmazdı, yazaılmayan bir kitap da bestseller olmazdı , filmi de çekilmezdi ve biz tüm bunlardan habersiz yaşar giderdik.

filmden sonra rahatsız edici bir şekilde başım agrıdı, Dünya' nın bir yerinde kaç Soraya daha bu şekilde can verdi diye düşündüm kaldım öyle.
Ha bir de Soraya' nın kocası 14 yaşındaki kızla evlenemedi, kızın babası idam edildi çünkü.
Gerçekte böyle bitti sonu bilmiyorum ama film de böyle "ilah-i adalet" şeklinde son buldu.