24 Aralık 2011 Cumartesi

Ata Şapka Çıkartma Olayı

Beyni Uyuşan Eleman
Motorola Defy
şimdi bir adet at alın. hayvanın beynini "manchurian candidate" Filmindeki elaman gibi yıkayın. sonra geçin önüne pardon önüne geçmeden önce de  bir salak bulun ilerki bölümlerde kullanım alanını açıklayacağım. şimdi atın önüne geçin ama geçmeden önce bir adet şapka takın geçin önüne. nadasa bırakılan elemanın görevi kameramanlık verin ona Motorola Defy marka cep telefonunu. start diyin ve başlayın. atın önünde senkronize olarak egildikçe egilin, o kadar egilin ki sonunda at şapkadan rahatsız olsun çeksin. çekince kameraman olan arkadaş aynı zamanda şak şkacı da oldugu için "da dan" desin, anlık gaza gelin sizde deyin. elinizi uzatın at şapkayı versin diye ama bu nafile bir harekettir. at agızıyla yakaladıgı şeyin ne oldugunu anlamak için sallamaktadır ki, yere atar bir süre sonra. bazı uyanık arkadaşlar sapkasını yere atan ata "good boy" diyorlarmış ama yanlış bence. herneyse dagıtmayalım. son kısım da elinizdeki sigarayı 100 yıldır sigara içmiyormuşsunuz gibi, tek  gerçek aşkınızmış gibi için, yoksa tüm herşey boşa gider. şimdi çıkın sokaklara ilk gördüğünüz at üzerinde denemeyin ama bunu, bir sıcak kahve için gelin.
bu da havanızı alın demek yani:))

Fransa Hatırası

"ben ki sultan-üs selatin ve burhan-ül havakıyn tac bahş-i hüsrevan-ı ruy-ı zemin, zıllulah-ı fil-arzeyn akdeniz'in ve rumeli'nin ve anadolu'nun ve karaman'ın ve rum'un ve vilayet- zülkadriye'nin ve diyarbekir'in ve kürdistan'ın ve azerbaycan'ın ve acem'in ve halep'in ve mısır'ın ve mekke ve medine'nin ve kudüs'ün ve külliyen diyar-ı arabınve yemen'in ve dahi bir çok memleketlerin ki aba-i kiram ve ecdat-ı izamım emerallahü berahinhüm kuvvet-i kahireleryle fethettikleri ve cenab-ı celalet-meabım dahi tig-ı ateşbar ve şemşir-i zafer-nigarım ile fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı sultan beyazıt han oğlu sultan selim han oğlu sultan süleyman han'ım"




Sarkozy


evet, orjinal teni bu. tabi bu mektubun bir kısmı. devamı ve günümüz türkçesi;
"ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren allah'ın yeryüzündeki gölgesi akdeniz'in ve karadeniz'in ve rumeli'nin ve anadolu'nun ve azerbaycan'ın ve şam'ın ve halep'in ve mısır'ın ve mekke ve medine'nin ve kudüs'ün ve bütün arap diyarının ve yemen'in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı sultan bayezid han oğlu sultan selim han oğlu sultan süleyman han'ım. sen ki fransa vilayetinin kralı fransuva'sın.

hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. her şeyden haberdar oldum. yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. böyle bir durumda atalarımız düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. yüce allah hayırlara bağışlasın. allah'ın istediği ne ise olur. bundan başka haberleri gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz. böyle biliniz." Kanuni Sultan Süleyman yardım edeceğini belirtiyor Francezko' ya. biz türkler tarih boyunca çok romantik bir millet olduk, bu su götürmez bir gerçek sanırım. girdinin başlıgı bile bunu özümser yönde "Fransız hatırası"... O an başka biri olsaydı yapardı Ama bir Fransız ya da bir İngiliz kesinlikle bundan bir çıkar gözetmeye kalkardı, ha gözetirdi de.. Bugün Fransa 557 parlemanterin bulunduğu meclisinde 50 kişilik bir kadro oluşturup 37 kişiye evet dedirtti, 11 kişi hayır dedi 2 kişi de bir şey dememiş. Gerçi şu durumda kim ne demiş dememiş pek de önemli degil, sonuç önemli. Tüm bunların Arka planında ABD' nin Türkiye'yi islam ülkelerinin lideri durumunda görmesi var tabi(hoş orta asya' nın steplerinden geldiğimizden beri o Vasıf bizde pek yok, anca boş boş konuşuruz)bu   olası bir liderlik durumunda Fransa' nın sömürgeleri de elden gidecek( hoş gidiyo zaten) Fransa' yı kortutan bu.
Gel gelelim bize, bize hiç birşey olmaz. çok çok tazminat veririz. Acrococ/Acropal tabaklarda yemek yemeyiz. 
Ama en azından Bakır sahanımızda da yemek yesek, atalarımızın onurlu insanlar olduğunu bilmek yeter, bu da bir Fransa hatırası olsun...


"Sen ki Fransa vilayetinin Başharemagası Sarkozy, Sana da kalmaz müsterih ol."

18 Aralık 2011 Pazar

Parasızlık

herkesin hemen " a, evet bilirim" diye abanacağı kelimedir, durum bildirir. kelime sonuna gelen -sız eki olmayışıidfade etmek için kullanılır ki...
geçen markete gittim. ufat tefek atıştırmalık birşeyler aldım ve 20 tl tuttu. vaybe nidaları atarken elimi cüzdana attım. baktım kredi kartım yok. benden para bekleyen bir kasiyer ve boş bir cüzdanla başbaşayım. ecel terleri dökmeye başladım. çok çok rezil olmak pahasına ( hep alışveriş yaptığım bir yer sonuçta) vazgeçtim derim diye düşünüyorum ama aldıgım şey "düdüklü tencere" degil ki " doritos alaturka, çikolata, biskrem, kola vs." adama gülerler, alırken düşünmedin mi diye. tam bu cümleyi kuracakken aklıma "maestro" geldi. ama hiç kullanmamışım bu şekilde ya onaylamazsa napcam diye düşünürken, post işlem hatası verdi çekmedi. kasiyer ikinciyi deniyor ama bende hal kalmadı. artık bitti derken "şifrenizi girin" dedi. rahat bir nefes aldım. aldıgım ıvır zıvırı poşede koydum ve eve gelinceye kadar düşündüm. parasızlık bu demek, hiçbir umudunun olmaması demek, bu ıvır zıvır şeyleri alamamak demek...
şimdilerde paramı daha dikkatli harcıyorum ve cüzdanımdaki kartlara bakıyorum alışverişe gitmeden önce:)
ve parasızlık, allah kimseye göstermesin.

16 Aralık 2011 Cuma

Dayak Cennetten Çıkmadır...

Dombili Baykuş Hasan
çok çok uzun zaman önceydi. ben henüz ben olmamıştım, zamanın gerisinde dombili baybuş hasan' ın dişi versiyonu olarak meydanlarda gezerken ki zamanlardı.
ortaokul falandım sanırım 7 yada 8. sınıf falan. benden küçük bir de kardeşim vardı ki, her gün beraber okula giderdik. benim derslerime çalışmakatan ve tenefüste kızlarla çene çalmaktan başka  görevleriminde olduğu zamanlardı. en bilincli görevim okul yolunda başlardı. kardeşim zayıf ve çelimsiz olduğu için, ögretmeni de şirret bir karı olduğu için ögrencilerden tüm ders kitaplarını her gün getirmeleri isterdi. herkes için gayet normal olan bu istek kardeşim için fazlaydı. narin bedeni taşıyamazdı o çantayı. bu durumda ben her gün onun çantasını ve kendi çantamı taşırdım ve gram gocunmazdım. bir gün yine çantasını taşımak için istedim;
- ver ablam çantanı
* ben taşırım ki, tüm arkadaşlarım çantasını kendi taşıyor. bende taşıyacagım.
- lan gerizekalı, çantan agır zaten, hasta olmaktan da geberecen, ver taşıyayım işte.
* vermem , sana vereceğime çamura atarım, çantayı.
Kardeşimi ve Çantasını kucaklayan su birikintisi
dedi ve attı. berbat yagmur yagıyor. bizim mal çantayı su gölünün ortasına attı. çantanın her yeri çamur. benim sinirin attı( o yaşlarda da sinirliydim) buna ( kardeşime) bir tane vurdum, yere düştü. yer çamur bildiniz üzere ki, manzarayı hayal edin.
ev yürüyüş mesafesinde degil, dolmuşa binecez ama manzara, bir adet çamur çocuk, ve  çantası. hışım gibi yagmur ve hiçbir dolmuş durmuyor.
neyse biri imana geldi durdu, kardeşim kimseye yaklaşmadan ayakta dikiliyor. eve gittik anneme şikayete yelkendi bir dayak da ondan yedi.
ondan sonra çantayı verirken sorun çıkarmadı. evet dayak cennetten çıkmadır.

15 Aralık 2011 Perşembe

Haluk' un Amentüsü

Tevfik Fikret ve Haluk
tevfik fikret`' in oğlu haluk' a yazdığı `haluk' un defteri`n de yer alan şiirlerinden biridir. fikret bu şiirde aslında oğluna inanmıştır ve onu gelecek neslin ışığı olarak görmüştür, oğlu haluk ise ilerleyen zamanda babasını yanıltıp okumak için gittiği `abd`' ye yerleşip papaz olmuş ve bir daha türkiye' ye dönmemiştir. bunları bildikten sonra okudugunda insanı çok üzen tevfik fikret şiiridir. bir digeri de haluk' un vedasıdır. O da bu şiir kadar etkileyicidir  birde kendi haline bakıp da okuduğunda, yani empati yaptığında insanı çok fazla üzen, kıran, paramparça eden şiirdir. ve nedense kaç gündiür her okuduğumda hep kendi sukut- u hayallerimi düşünüyorum.
şiir ise,
tevfik fikret

Bir yaratıcı güç var, ulu ve akpak, 
Kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım. 
“yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim”
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım. 
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var; 
Dünya dönecek cennete insanla, inandım. 
Yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak; 
Ben buna Tevrat'la, İncil'le, Kuran'la inandım. 
“tekmil insanlar kardeşi birbirinin"... Bu bir hayal !
Olsun; ben o hayale de bin canla inandım. 
"insan eti yenmez"; bu avuntuya içimden 
Bir an için geçmişimi unuttum da inandım. 
Kan şiddeti besler, şiddet kanı... Bu düşmanlık 
Kan ateşidir, kanla sönmez, inandım. 
Kuşkusuz bu öldürülen yaşamı, apaydınlık 
Bir yeniden doğuş izleyecektir, buna imanla inandım 
Aklın, 0 büyük sihirbazın hüneri önünde 
Yok olacak, gerçek dışı ne varsa, inandım. 
Karanlıklar sönecek, yanacak gerçek ışığı, 
Patlayan bir volkan gibi, bir anda, inandım 
Kollar ve boyunlar çözülecek. Ezenin yumruğu 
Şangırtılı zincirlerle bağlanacak, inandım. 
Bir gün teknik, şu kara toprağı altın yapacak 
Ne olacaksa bilim gücüyle olacak ... İnandım. 

Tevfik FİKRET (1867-1915) 
(Günümüz Türkçesiyle ) 

12 Aralık 2011 Pazartesi

Jeux D'enfants

beton karışırken
filmin afişi
bir koni kutu etrafında çocukluktan başlayarak birbirinden asla vazgeçemeyen iki geri zekalının ( izlerken sinir oldum) film boyunca sadist ruhlu mazoşist aşkları her türlü adrenalinle taçlandırmayı amaç edindiği, sonunda da kendi başlarına oynayıp bizi de kendilerini de bu azaptan kurtardığı filmdir ki, beton hakikaten orjinal bir fikir ama. ve tüküreyim böyle aşkın ızdırabını. ama izleyin boş beleş vaktiniz varsa pişman olmazsınız sadece sinir katsayınız artar.
josh holloway
o kadar mazo olmasa ve son beton sahnesi olmasa ve aksiyon olmasa ve filmin esas oglanı yerine josh holloway olsa ve filmin adı da "jeux d'enfants" olmasa daha izlenilir olabilirdi. evet kesinlikle öyle.

11 Aralık 2011 Pazar

Çocuk

gezegenler
bir çocuk hep çok farklı düşünür. şimdiki kafanızla onu anlamanız, ya da isteklerini beynizde mantıklı bir yere oturtmanız kesinlikle mümkün degildir. mesela ben çocuklugumun farklı dönemlerinde farklı farklı şeyler olmak istedim.
uzay gemisi
antik roma 
antik mısır
şimdi coçukluk dediğimiz dönem, tek bir dönem degil aslında...ya ne bileyim o da içinde çaglara ayrılıyor. yani en azından benimki öyle: ilk çocukluk yıllarım ki bu 5 - 6 yaşlarına tekabül eder. bu yaşlarda oldukça hayalperest olan ben astronot olmak isterdim. ( tabi izlenilen uzay belgeselerinin ve bilimkurgu filmlerinin etkisiyle) bu hayalimi kimseye söylemedim çünkü söyleyemezdim ki kankam bile ögretmen olmak istiyordu. (benim o zamandan belliydi çatlak oldugum.) sonra zaman ilerledi 8 yaşına geldigimde artık astronotluğu ilk biersel saçmalamam olarak hatırlamak üzere  rafa kaldırdım.
 ikinci çocukluk evremde ise, bu dönemde 10 -12 yaşına denk gelir. arkeolog olmayı düşündüm. tabi yine izlenilen belgesellerinin etkisiyle. ( mayalar, aztekler, atlantis ve mısır piramitleri) sonra aradan zaman geçti ve ben büyüdüm. arkeolog olamadım belki ama, sanat tarihci oldum. ha oldum da şimdilerde çok farklı işler yapıyorum o ayrı.

kedi

cocukken bahçeli bir evimiz vardı ve geniş aile şeklinde bir aile yapımız vardı. evin bahçesinde de bir kedi vardı ki yanına yaklaşamazdık. bir gün bu kedinin yavruları oldu.anne kedinin yavrularının yanında olmadıgı bir an ben ve kuzenlerim bu yavruların kuyruklarından tutup başımızın üzerinde sayısız daire çizdirmek amaçlı döndürme işleminden sonra bir tarafa fırlattık. haliyle çok hoşumuza gitti yaptıgımız iş, çünkü yavruların başı döndügünden bıraktıgımızda sarhoşumsu hareket ediyorlardı. sonra tekrar tekrar yaptık, daha sonrasında yüz bulup anne kedinin gözünün önünde de yaptık da çocukluk işte... sonra ben büyüdüm tabi  kedilerden korkar oldum sanırım yediğim haltı bilmemden ileri gelen bir davranış olsa gerek..siz siz  olun kedi milletine kötülük etmeyin.

atla konuşmak

yaraya basılan sigara
atını seven, ya da hırsızlık yoluyla kazanan bir bireyin yapabileceği eylem olup, konuşma şu şekilde gerçekleşir. elinize bir adet havuç alıp( ama saklamayı beceremeyeceksiniz, atın gözüne sokacaksınız) ata yaklaşıp
 -napıyorsun , napıyorsun??
 deyin. büyük olasılıkla size cevap vermez, belki iyi anındaysa bir iki kişner falan. havucu gördüğü için siz saklamaya çalıştıkça egilecektir, yani bir nevi dans gibi oluyo senkronize kafa egmeler,
hain at
-havuç mu istiyorsun sen?
 deyin, cevap vermeyecek ama deyin. havucu verecek gibi yapın vermeyin dellensin hayvan ve sonunda verin havucu iki de okşayın, sevin tamam. bir de ata şapka çıkartma işlemi var da, onu da başka zaman anlatırım. kolay gibi görünse de her yiğidin harcı degildir, takdir etmek lazım.
ama unutmamak gerken birşey var ki, at bir hayvandır nitekim, ve sizin ona yaptıgınız bu iyilikler baş parmagınızı ısırmasıyla son bulabilir. sonra tütün basar kimileri falan, ama siz siz olun bir ata bu kadar çok yüz vermeyin.

simit

kimileri martı yemi sandığı nimet, yazık be...

Reha Muhtar

geçen zamanın insanları değiştirdiğinin canlı kanıtıdır, bir süre önce anladım ki adam akıllı yazılarda yazabiliyormuş isterse,
"Tarihi öğrenirsin ki ders alasın... Geçmişi irdelersin ki nerelerden geçerek bugüne gelmişsin anlayasın... Tarihin büyük önderlerini her yönüyle tanırsın ki, “olayları ve bugüne yerli yerine oturtabilesin, geçmişle gelecek arasında anlamlı bir bütünlük kurabilesin...” Can Dündar, Mustafa filminde Atatürk’ün “İçkili Çankaya sofralarına” referans yaptığında, bir kesim ayağa kalkmıştı... O günlerde, “Can Dündar’ın kendi dünyasından baktığı bir film bu... Bu kadar büyütüp, Can’ı linç edemezsiniz...” diyordum...
 ***
Dikkat ediyorum; “Mustafa” filminde Atatürk’ün içki sahnelerine hiç itiraz etmeyip, “Gerçekler niye bazılarını bu kadar rahatsız ediyor” diyenler, bugün Kanuni dizisinin yasaklanmasından, Osmanlı’nın ve Kanuni’nin aşağılanmasından, bunun kabul edilmez olduğundan söz ediyorlar... Ne acı bir çelişkidir bu... Yaşamlarında sadece kendi değerleri için “standart” oluşturanlar, hayatları boyunca böyle çifte standartlı ve çelişkili olacaklar...

***
 Oysa “tarih” kendimize bugünkü pozisyonu güçlendirmek için, uydurduğumuz bir hurafeler manzumesi değil... Osmanlı’da Harem vardıysa vardı... Zahmet edip Topkapı Sarayı’na giderseniz, Harem’in nerede olduğunu görürsünüz... Harem de Osmanlı padişahı içindi, Roma İmparatoruna hizmet etmek için değil... Osmanlı’da bazı padişahların içki içtiği sır değil... Kanuni’nin oğlu İkinci Selim, arada bir değil, alışkanlık derecesinde içki içerdi...
 ***
Atatürk’ün Çankaya sofrasında beyaz leblebi arada bir de fava eşliğinde rakı içtiği de sır değil... Bunlardan bahsetmek, Kanuni gibi üç kıtaya hakim olmuş 46 yıllık bir hükümdarın etkisini azaltmaz, karizmasını çizmez... Atatürk gibi Cumhuriyet kurmuş, Türkiye’yi yeniden dünya sahnesine çıkarmış bir liderin değerini azaltmaz... Olsa olsa, bize hayatın gökten zembille inmediğini, her kahramanlığın arkasında aslında etten ve kemikten insanın varolduğunu gösterir...
 ***
 Fikriye olayını araştırmakla, Hürrem Sultan’ı anlatmak arasında bir fark yok... Bu insanlar yaşadılar... Yaşadıkları gerçekler anlatılıyorlar... Atatürk’ün “sofralarını ve kadınlarını” işleyen filmlere ses çıkarmayıp, Kanuni’nin hayatı sözkonusu olduğunda “hop demek” biraz ayıp... Tersi de geçerli elbette!.."
 adam haklı beyler.
Not: Reha Muhtar'ın yazısıdır.

Kadınların Araba Park Edememe Sorunsalı

her ne kadar yok desek de olan sorunsaldır ki, yıllar tıllar önceydi. benim canım annem ehliyeti yeni almıştı ve çarşıya çıkmak üzere araya bindik. sonra yakın bir yerde cadde üstüne park yapacaktık ki,
 b: ben
 a: annem
b: (annem acemidir ve park yeri bir arabalık bir alandır)(ben mülayimce ve gerçeği görerek) anne sen buraya park etme istersen.
 a: (dominant bir şekilde) ben buraya park edeceğim, sen çantamı tut(çanta bir bavul niteliğinde bana teslim edilir).
temsili foto
 aradan uzunca bir 10 dakika geçer, belki daha fazla. bizim araba bir sürü manevra yapar park olabilme adına, ama nedense hiçbiri başarılı olamaz. arabayı ilk önce öne alır annem, önden giremeyiz. sonra arkaya alır arkayan da giremeyiz. annem ugraştıkça araba caddeye dogru kayar. ve bu arada dikkatimi çeken diger şey de biz park etmeye çalışırken caddeden geçen bir arabanın 3. kez geçmesi. ayrıca annem kışın terlemeyi de başarmıştır bu arada. bir dakika daha geçer ki, biz hala park edemeyiz. sonrasında caddeden 4. geçişini tamamlayan adam arabasını durdurur ve ;
 adam: giriyor musunuz, çıkıyor musunuz? (onca zaman anlayamadım da)
 a: park etmeye çalışıyorum. adam: önden girdiniz degil mi?
 a: (son derece vakurca) evet.
 adam: (çokbilmişce) işte o yüzden olmamış. ( arabanın kapısına uzanarak) müsade eder misiniz?
 a: (endişeli) ben yaparım.
 adam: bayan 30 dakikadır yapamadınız, müsade edin lütfen.
arabayı park eden adam
annem arabadan iner ve adam iki dakikada park eder. annem şaşkın ben ise krizlerdeyim. iyiniyetli vatandaş arabayı da kilitlemek ister ki;
 adam: merkezi kilit degil mi?
 a: birini kilitleyince hepsi kilitleniyor işte.
 adam: merkezi kilitmiş işte.
 a: ( şaşkınca) aaaa öylemiymiş.
ve ben harbi yarılmıştım ki, tabi o günden bu güne çok zaman geçti annem artık güzel araba kullanıyor .

Muhsin Bey...

idealist  ve kapitalist
yavuz turgul filmidir ve belki de en güzel filmlerinden biridir ki bir diğeri de bence `aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni`dır. muhsin bey de idaalizmin çöküşünü görürüz. kapitalizm yine kazanır ama anlık bir kazanma daha çok yenilgi tarzında bir kazanma..idealizmi muhsin bey sembolize eder, kapitalizmi işe alı nazik filmin ortasında bir yerlerde ikilinin birbirlerine hayallerini anlattığı bölümde aralarındaki farkı anlarız. muhsin bey; hümanist şeyler ister, üsküdar' da bir ev, afitap hanımı düşkünler evenden çıkartmak ve bakımını üstlenmek ve tabiki sevda hanım o da isterse gelir... çok hümanistçe olduğu için filmin sonunda görüleceği üzere bunların hiçbiri olmaz.muhsin bey inandığı şey uğruna hapis yatar ve yattığıyla da kalır. ain nazik işe; herşeyi hep kendine ister. bir kebabcı dükkanı ama sadece ona kebab yapacaklar, bir sürü kadın onu yiyip bitermeleri için, beyaz bir takım elbise, pembe gömlek ve altın bileklik... filmin sonunda görürdüğü gibi üçüncü sınıf bir pavyonda neonlarda alttan üçüncü sırada görünen adı ile altın bileklik, beyaz takım elbise ve pembe gömleğe sahip olmuştur ki, başından aşağı güller dökülen arabesk okuduğu son sahne de muhsin beyi görür ve her şeyi savunur;
- kendimi kurtarmam lazımdı ağam.
 muhsin bey işe gördüğü manzaranın ve çöken idealistliğinin yansımasıyla;
 + kurtarabildin mi bari? der.

yaran diyaloglar 2

dünür teyze
teyze cam silerken kıçının üstüne oturmak süretiyle düşmüş ve bel kemiklerinin bir kaçını çatlatmıştır. 2.80 halinde uzanmaktadır ve acı çekmektedir. olayı duyan aile bireyleri (bizim ekip ve teyzemin müstakbel dünürü) nasıl olduguna dair farklı kombinasyonlar üretirken, dedem birden lafa girer ve;
de: dedem
d: dayım
 de: (topluluga hitap ederek) bende ümrede böyle kıçımın üzerine düşmüştüm. açısını bilirim ki kıçım bir hafta açımıştı.
 d: (kısık bir sesle ve mulayimce) babaa kıçım falan olmuyor öyle, dünürlere karşı biraz daha kibar olsan.
 de: oğlum kibarım zaten, götüm demedim ki kıçım dedim.
temsili foto
kahkahaya gömülen dayım ve ben, akabinde ise malak malak bakan dünürler ki; teyzem de olaya vakıf olmak istedi bir ara. ve hasta evinde gülmek hoş olmuyormuş.

cat on a hot tin roof

newman ve taylor
tennesse williams' ın eseinden sinemaya uyarlanan richard brooks filmi, olmakla beraber 1958 yapımıdır ve başrollerde `elizabeth taylor`, `paul newman`, yan rollerde ise; burl ives, jack carson, judith anderson yer alır. senaryosu ise, eski bir futbolcu olan brick' in(paul newman) atletizm sahasında sahasında şarhoş bir halde engel atlaması sonucunda düşüp ayagını kırmasıyla ve babasının dogumgünü sebebiyle (daha dogrusu haslatıgı sebebiyle) çiftliklerine karısı maggie!:elizabeth taylor!: ile gelmesiyle başlar. (daha dogrusu zorla gelmesi çünkü karısının kendisini skipper( brick'in en yakın arkadaşı) ile aldattıgını düşünmesi bu nedenle geçe gündüz içmesi...) sonra babasının ölecegini ögrenmesi, agabeyinin ve karısının bu olaya tutumları....yani klasik bir aile draması.. filmin en güzel sahnesi, brick ve babasının bodrumda (babasının morfine karşı direndiği an) başbaşa yaptıkları sohbettir ki, hayat, ölüm, hayaller, gerçekler, elde edilenler, sahip olunamayanlar... vb hakkında birçok şey söyler anlayabilene. tabi aşkta vardır ki; bence `paul newman` jön olmalıydı dedirtir her izlediğimde ki; maggie ve brick diyalogları olukça güzeldir. izlerken adamın kadına aşık olduğunu hepimiz biliriz ama adam bunu kamufle ettiğini düşünür ki tutku filmin son sahnesinde newman' ın "lock the door" cümlesinde ki tonlamayla biz izleyiciler için sona erse de gecenin devamı akılları zorlar. o dönemi yaşamak isteyenler ya da günümüz felaket filmlerinden sıkılanlar için oldukça kaliteli bir seyirlik olduğunu düşünüyorum ki, oyunculuklar, replikler ve bunun dışında `paul newman`' ın mavi gözleri hatırına bile izlenebilir. ve tabi bir dip not: izleyenler bilir, film boyunca bir skipper'dır alır gider ve biz seyircilere brick' in yakın arkadaşı olarak lanse edilir ki; orjinal senaryoda skipper ve brick' in arkadaşlıkları biraz farklı bir boyutta imiş. ama tabi filmde bu detayı kırpmışlar.

yaran diyaloglar 1

bilgisayar kursundaki abla
bilgisayar kursunda hayatı boyunca mouse görmemiş ev hanımı ablamız: e
gariban, çilekeş birşeyler anlatıcam diye yırtınan ben: d
 ve olay: bilgasayar hocasının ekranda bir klasör açma ve açılan kalasörün adını /simgesini degiştirme işlemi..
 d: masaüstüne sag tuş yapın.
 e: ( defalarca denemesi üzerine) yapamıyorum.
 d: çok kolay, mouseu kımıldatmadan sag tuş yapın sadece.
 e: işte o mouse kendi kendine durmuyor, titriyor boyuna.
jan janlı mouse
 d:??!!! (hala sakin) mouse titremez sizin eliniz titriyordur.
 e: hayır mouse titriyor.
 d: (ufaktan sinirlenmeye başlayan) ben yapayım siz bakın olur mu, müsade edin bi ( mouse uzanarak)
 e:(mouse babasının malı edasında) ben yaparım.
 d: buyrun yapın o zaman ( gerizekalık parayla degil ya)
 e: (malak bir bakış) ???
 d: sağa tıklayacaksınız. (bilmiyosun işte bırakda yapayım)

dördüncü ugraş da masaüstüne sag tıklanmak da başarı sağlanır. ama klasör açmak adına girişilen bu ilk adımın bir on kere tekrarlanması suretiyle klasör açılır. sonra isim degiştirme işlemine geçirir;

 e: eee şimdi nolcak?
d: isim verecek siniz işte. bir tane ben yapayım sizde ona bakarak yapın. (mouse elinden çekilerek alınır) (klasöre isim verilir). anladınız mı?
 e:anladım. d: şimdi siz yapın o zaman. e:( malak bir ifade) ???

 üçüncü anlatışım da nihayet açtıgımız dandik klasöre isim verme islemi tamamlanır. ama kara bahtlı kör talihli darkoceans simge degiştirme kısmına dayanamayacaktır ve bir agrı kesici atma isteği peyda olur ki, başına soldan soldan bir agrı saplanır.ama ;
 e: simgeyi nasıl degiştiriyoruz.
d: (sen gerçek olamazsın, seni bana sayıyla mı verdiler ya, ablacım gerizekalısın ve ben bittim ya bi  git başkasının kafasını zik artık e: sen de mi bilmiyorsun?
d: (he bi bok bilmiyorum, amnezi oldum) hocaya sorun.
 e: tamam.
 d: (şükür be dünya var be)

ilkokul anıları

temsili foto
kolların dayanışması
hayat boyu hiç unutulmayan anılardır. hele de ilkokulu akraba cocuklarıyla beraber okuduysan, tam şenliktir ama bazen de kötüdür. sevgili kuzenimle aynı okulda ama ayrı sınıflardaydık sadece tenefüslerde konusurduk, genel de o benim yanıma gelirdi ve beni kız arkadaşlarımdan haliyle kendini de erkek arkadaşlarından ayırırdı. ilkokul 3. sınıf bitiyordu ki ikimizinde ögretmenleri emekli oldu. aglaştık falan ama çok da takılmadık yeni gelecek olanları merak ettik koca yaz boyu, hayaller kurduk... sonra beklenen gün geldi çattı o gece uyuyamadım, yarın ne olarak acaba, yeni ögretmen nasıl biri, kadın mı erkek mi düşündüm de düşündüm. ertesi sabah heyecanla okula gittim, gittim ama herkes malak malak duruyo, yan sınıftaki kuzen bizim sınıfta falan, ortalık karışık; - ne oldu ya ögretmeniniz nerden, sizinki nerde ?, bizimki nerde? + ???? herkes dut yemiş bülbül cevap yok. çok sonra yani biz 1 saat falan kudurduktan sonra müdür muavini geldi. bizim emekli olan hocalar yerine tayin yapılmamış, yani bize bir hafta okul yokmuş eve gitmeliymişiz. bir hafta daha havadan tatil yaptık, boyumuzu geçen duvarlardan atladık kısacası kudurduk. bir hafta geçerken beni yine heyacan aldı, yeni ögretmen geldi mi acaba?, nasıl biri falan düşünüyorum, yine heyecanlandım ve ertesi sabah gittim okula ki lise talebesi kılıklı bir sahış gösterdiler bize, o bizim ögretmenimizmiş ki kafamdaki ögretmen imajına hiç uymuyordu, gençti, çelimsizdi... bu adamcağız bize ne biliyorsa anlattı ve hala hatırladığım bir takıklığı vardı zatlarının: ülkeler ve başkentleri... çoğunu ezbere bilirdi ki onun sayesinde o zaman baya bir ezberlemiştim. bir ay falan dersimize girdi bu hoca. sonra bir sabah gittik adam yok. malaklar gibi bakıyoruz yine ve kimse birşey bilmiyor yine. epey bekledik ve beklerkende sıkıldık, çocuk aklı yine kudurmaya başladık ki , müdür muavini geldi ve iyi bir fırçadan sonra, bizim sınıfı diger 3.sınıflar arasında pay ettiler, dagıldık yani. beni de kuzenin sınınfına verdiler ( onların ögretmeni gelmişti) ki kuzen çalgısız oynadı. zaten mal olan kuzenim dibimden ayrılmaz oldu. ögretmenler günü ysklaşırken iyice kaynaştık ki, artık sınıfımız orası olmuştu. ögretmenimiz o güne özel bir eleştri yazısı istedi, sınıfta spontane olarak... millet eleştrinin e sini bilmiyor ki, ben o zaman eve giren bir gazetenin ekindeki;eleştirmen notu; yazınsından yarım yamalak da olsa anladığım eleştriyi hocamıza uyarlayıp , somn zamanlarda hocanın ters bir hareketini düşündüm ve bizi egitsel kollara seçmediğine sinirlendiğimi hatırladım ve yazdım; ben ali eriş hocamı çok seviyorum, çok iyi bir öğretmen. ama kendisine biraz kırgınım bizi( yani dagıtılan bizim sınıfın bu sınıftaki parcası olarak biz) egitsel kol seçimlerine niye almadı, neymişte biz gidecekmişiz, olsun gidelim ama alsaydı bizi.; yazdım ve oturuyorum acaip rahatım nasıl olsa okumaz havaları var bende ki, hoca birden; herkes yazdıysa okumaya başlayalım, dedi ve demesiyle yusuf yusuf olmaya başladım, sıra bana sandığımdan çabuk geldi ve hoca oku bakalım darkoceans, dedi. yediğim b.kun büyüklüğünü bilircesine okumam dedim başka birşey demedim ve hoca 5 dakika süren inatlaşmanın sonunda defterimi alıp okudu ve okumasıyla kahkaha atması bir oldu, tabi bizim mallr anlamadı ama hoca güldü diye güldüler. hoca okuduktan sonra bana döndü ve "sınıfta tek eleştriyi darkoceans yapmış, aferin sana, dedi ve öyle hoşuna gitmiş olacak ki tenefüste defterimi ögretmenler odasına götürüp tüm ögretmenlere okudu ve onlarda güldüler yazdıklarıma. tabi sonra ama çok sonra bizim hocamızda geldi, ama ali hocayı nedense hep daha bir çok sevdim...

şehzade cami

kanuni sultan süleyman' ın 21 yaşında ölen şehzadesi Mustafa için, mimar sinan tarafından inşa edilen, merkezi kubbeyi 4 yönden destekleyen yarım kubbeli ( yani merkezi mekan palanlı caminin) ilk örneklerindendir ki; bu planın prototipi daha diyarbakır fatih paşa camisinde kullanılmıştır. mimar sinan bu planda ufak degişiklikler yaparak sehzade cami de uygulamıştır. sinan bu camide bol miktarda süsleme detayı kullanmıştır ki; kimi araştırmacılar bu durumun genç yaşta ölen şehzadeye atıfta bulunduğunu düşünür. minareleri oldukça süslü olan eserin, dıştan duvarlarının çevreleyerek biçimde palmet - lotus dizesi yer alır. cami gerek süsleme, gerek mimari plan olarak osmanlının klasik devir yapıları içerisinde oldukça önemli yere sahiptir. ve sinan sonraki eserlerinin prototipidir.

terry grandchester

o zamanlarda şeker kız candy' yi tek izleme sebebim olan veleddir kendileri. piçleri tercih edecegim ya da piçlere yatkınlığım o zamandan kalmaymış demek ki. sonra şeker kızla bunun yolları ayrılmıştı narrator demişti ki; candy terry' yi bir daha asla görmeyecektir ama sonbahar rüzgarında uçuşan saçlarını asla unutmayacaktır. bölüm bu sözle bitmişti, bir içime oturmuştu ki ağlamıştım. sonra tabi aradan zaman geçti büyüdüm ben falan ama piç adamları hep efendilere yegledim. işte o yanlış tercihlerin hepsinin tek sorunlusu bu veled. bir zamanın genç kızları yoldan çıkaran eleman bu hep.

8 Aralık 2011 Perşembe

Sebatay Sevi

merve abla at üstünde
öncelikle bu adam kesinlikle ve kesinlikle merve sevi' in akbası degil. bu başka sevi.hikayemiz söyle başlıyor;
sebatay amca
kabbalistlerin yaptığı hesaba göre 1648 yılında mesih'in geleceğini hesaplamaları ama kimsenin ortaya çıkmamasından dolayı meydanı boş bulan yahudi kardeşimiz. ilk icraatı kendisini izmir' de ziyarete gelenlere mesihliğini açıklamak olan zat, bu açıklamasıyla izmirli hahamları karşısında bulur ve baskılar üzerine izmir' i terk- i diyar eyler. ama mesihliğinden vazgeçmez tabiki, mora, atina, selanik, istanbul hattında gezilere çıkarak mesihliği ialn için geziye çıkar, mora ve atina' da ilgi görmese de selanik' te iyi karşılansa da hahamların tepkisini çkmeyi yine bir şekilde başarır. ama nedense bir türlü bu davadan vazgeçmez ve 1648' de kaçırdığı trene 1666 ' da yeniden binmeyi dener. bu kez rivayete uyar ( mesih filistin' den çıkacak) ve filistin' e dogru yola koyulur, geçen kez yanlış yaptığını ve mesihliğini kendi ilan ederek büyük bir hata ettiğini düşünür, bu nedenle bu kez sara isimli yahudi bir kız rahibe kılığına girerek sabatay sevi' yi rüyasında gördüğünü ve allah' ın  mesih budur. dediğini gidilen heryer de kitlere anlatır. tabi bunun yeterli olmayacağı düşünen vew işini şansa bırakmak istemeyen sabatay gazze bölgesinde kahin olan nathan adlı bir şarlatandan da destek alınca sırtı yere gelmz ve insanları mesih olduğuna inandırmaya başlar. izimir başta olmak üzere bir çok kentte geniş kitlere mesih olarak ayinler ve toplantılar aracılıyla seslenir ve bu kez halkı kandırmayı başarır, sokaklarda onu selamlayan halk " mesih kral çok yaşa, sultan sevi çok yaşa; gibi nidalarda bulunur, dogal olarak sevi' de bunlardan etkilenip sinagoglardaki cumartesi ayininde osmanlı sultanının adını çıkarır, yerine " padişahlar padişahı"  yada "davut' un oğlu süleyman" gibi kendi egosunu tatmin edecek unvanlar söyler. tabi herşeyin bir sonun olduğu gibi padişah sevi' nin de bir sonu vardır. yaptığı taşkınlıklar osmanlı yönetimi tarafından defalarca uyarılmasına ragmen hak bildiği yolda devam eden sevi sonunda istanbul ve gelibolu' da haspedilir. sorgulaması ise osmanlı sultanı 4. mehmet tarafından 16 eylül 1666 yılında yapılır. sevi, halkı isyana teşvik etmekle suçlanır ama bu suçlamayı reddeder ve mesih olduğu konusunda diretir. diretince mucize göstermesi kararlaştırılır, ve göstereceği mucizede , elbilerini çıkarıldıktan sonra bedenine usta okçular tarafından nişan alınacak ve eger oklar yaralamazsa mesihliği kabul edelecektir. bu teklif sevi' yi korkutur ve mesih olmadığını söyler anında. tabiki ölüm korkusu bu başka birşeye benzemez. ve müsülüman olup;mehmet adını alır, ama bir farkla müslümanlığı usulen kabul eder. yani özünde yahudi inanışlarını yaşamaya devam eder. bazı kaynaklar da tevratı yere attığı ve üzerine tükürdüğünü söylenir ama dogruluk derecesinden emin olmadığım için bilemiyorum. sabatay sevi' nin dünya tarihine bıraktığı en büyük miras dönmelik kavramıdır. bu olaylardan sonra halen sabata sevi' nin destekçisi olanlar onun gibi müsülümanlığı usulen kabul edip , aslında yahudi olarak yaşamaya devam etmişlerdir.

hayat'a dair...

hayatta hiçbir şeyin istediğin gibi olmayacağı... yeterince çok istenen her şeyin olmayacağı... olayların çogu zaman senin kontrolunde olamayacağı... dünya'da adaletin olmadığı... aşkın herşeyde olmadığı... yaş başına gelen 3' de de bir keramet olmadığı... tek güvenmen gereken kişinin kendin olduğu. özellile de ikili ilişkilerde arkadaşlık ya da sevgililik de... herşeyin sonunu olabileceği, ömürler gibi, ölümler gibi... yalnızlıgında aslında o kadar da kötü bir şey olmadığı... başladığın yerden çok faklı bir yerde de olabileceğin... insanların asla degişmeyecegi, degişen tek şeyin ise zaman olduğu... maceraların ve yapabilirim' in 20'li yaşlarda kaldığına... huzurun kendi iç huzurunun diger herşeyden önemli olduğu... hep içimizde bir yerde kalacak olan arzu edilenden ziyade arzu etmeye karşı duyacağımız istek...
yaşadıkça bir dolu şey anlarsınız, anlarız ta ki bir gün kara toprak oluncaya kadar hep birşeyleri anlamakla, ya da anlamlandırmaya çalışmakla geçer ömür.

allah bes baki heves

ögrencilik yıllarımda osmanlıca dersimiz vardı. hocamız bir gün bizi pratik olsun diye mezarlığa mezar taşı okumaya götürdü. herkes bir taş seçti kendine. bende en basitinden bir taş buldum ama gitti sevgili hocam bana talik yazılı bir taş buldu. stampajını çıkardım, fotografladım falan. iş okumaya geldi. baştan birinci cümle hariç herşeyini okudum. iki gece uykusuz kaldım yine okuyamadım, en sonunda başka bölümden bir hocaya götürdüm o da okuyamadı. sonunda büyük bir utançla ödevi veren hocamın yanına gittim ve durumu anlattım. hoca baktı 5 saniye falandı: "allah bes baki heves; dedi. dondum kaldım. anlamı : allah kafidir,yeterlidir,geriye kalansa hevestir. her başım sıkıştığımda aklıma gelir bu cümle.